Gözlerini aynı anda açtılar yaşaması güç, her geçen gün
kötüleşen, nefes alması bile zaman zaman mucize olan dünyaya.
İlk nefesleri acılı oldu. Ama soluksuzca çektiler içlerine
egzos dumanı kokulu oksijeni. O mucizevi ilk nefes, ilk kıpırdama. Doğduklarında
bile bir aradaydılar. Annelerinin karnında uzun süren birlikteliklerini,
duygularını dış dünyaya vurmuşlardı artık. Ve hepsi minicik atan kalplerinde
aynı sıcaklığı hissetmeye başladı. Anne sevgisi ve şefkati. Anneleri hiçbirini
ayırmadan tek tek ilgilendi hepsiyle. Sardı sarmaladı göğsünde, göğüslerinde.
Tam 6 kardeş çıkmışlardı bu engebeli yola. Dünyanın ne kadar
acımasız olduğundan habersiz. Korkusuzlardı o ilk nefesin ardından. Çünkü koca
yürekli anneleri vardı başuçlarında. Kimse bir zarar veremezdi onlara anneleri
varoldukça. Gerçi korku nedir onu da bilmiyorlardı ya. Zamanla öğreneceklerdi
korkunun en acısını. İç güdülerle tutunacaklardı o ilk nefeslerine.
Bir süre sonra başladılar ayaklanlamaya. Anneleri onları
yediriyor, ısıtıyor ve temizliyordu. Çok güzel gidiyordu her şey. Bir rüya
gibi. Onlara biçilen tek görev tüm gün oyun oynamak neşeli çığlıklar atmaktı. Böylece
günler günleri kovaladı. Yavaş yavaş büyümeye başladılar. İnsan denen varlığı,
kedileri, ağaçları öğrenmeye başladılar. Anneleri acımasız dünyada hayatta kalma
derslerine erkenden başlamıştı. İki ayaklı garip sesler çıkaran canlının hem
çok iyi hem de çok kötü olabileceğini anlatıyordu çocuklara her fırsatta: “Dikkatli olmalı, önceden sezinlemelisiniz bu
varlıkların nasıl olduğunu ve ona göre davranmalısınız. İç güdülerinize
güvenin. Tehlikeli hissederseniz uzaklaşın oradan. Yakın hissederseniz de hemen
koşmayın yanlarına. Dikkatli olun!”
Derken yavaş yavaş iki ayaklıları keşfetme ödevlerini
yapmaya başladı kardeşler. Ama tek handikapları bulundukları ortamdı. Anneleri
onları yeşilliğin ve sakinliğin en fazla olduğu bir yerde getirmişti çünkü
dünyaya. Muhteşem tarihi ve manzarasıyla demek isterdim ama pek de kalmadı
maalesef. Pierre Loti’nin uzun uzadıya mezarlığında doğurmayı tercih etmişti
yavrularını. 2 ayaklıların çok fazla olmadığı, olanların da kaybettiklerini
ziyaretin hüznü ve ruh haliyle geldikleri yeri. Her şey planladığı gibi güzel
gidiyordu aslına. 6 minik evladı sağlıkla büyüyorlardı.
Anne çocukları beslemek için sabah erkenden yollara düşüp
güvenli bölgesini terk etmek zorundaydı. Çünkü çocukları için güzel bir yer
olsa da yemek bulma konusunda pek kaynağın olmadığı bir yerdi. Mezarlar o kadar
çoktu ki yavruları bir yerlerde gizlenip onları bekler düşüncesiyle saatlerce
yemek aramaya çıktığı oluyordu. Çocuklar da annelerinin yokluğunda saklambaç
oynayarak yeni yerler keşfediyorlardı. Akşama doğru annelerinin yolunu
gözlüyor, karanlıkta rüzgarla savrulan anne kokusuyla saklandıkları yerden
çıkıp heyecanla hem o sıcaklık anını hem de karınlarını doyuracakları anı
bekliyorlardı.
Zaman zaman iki ayaklılar da mama bırakıyorlardı, onlarla
ara öğün yapıyorlardı. Bir sabah anneleri yine veda busesini kondurup bebeksi
suratlarına yiyecek avına çıktı.
Havalar da iyice soğumaya başlıyordu. Daha çok beslenip
yağlanmaları, soğuğa direnmeleri gerekiyordu. Daha fazla yemek daha fazla mesai
demekti anne için. Anne o sabah gitti, bilmediği, tanımadığı bölgelere uzandı
belki. Ve hava kararmaya başladı. 6 kardeş annelerinin onları bıraktığı bir
mezarlığın içerisinde hevesle ve tedirginlikle anne kokusunu getiren rüzgarı
beklediler. Havada bir esinti vardı, soğuk, ürpertici bir esinti ama içerisinde
anne kokusu yoktu. Beklemeye devam ettiler. Havayı koklayıp sabırla beklediler.
Hatta arada bir bağırdılar karanlığa doğru ‘Anne, anne’ diye. Maalesef ne koku
vardı ne de bir çift göz.
Karanlık iyice çöktü üzerlerine. Doğa ananın buz gibi soğuğu
tenlerine işlemeye başladı yavaş yavaş. Üzerlerini örten battaniyeleri yoktu
ortalarda. İyice tedirgin olmaya ve yavaş yavaş korku denen duygunun ne
olduğunu hissetmeye başladılar. İçlerinden en büyük olanı kontrolü ele aldı.
Soğukkanlı olmalıydı. 5 kardeşi ona emanetti. Ve birbirlerine sımsıkı sarılmaları
gerektiğini tembihledi kardeşlerine. O yalnız geceyi iç içe geçirdiler. Gün
doğduğunda anneleri yine yoktu ortalarda. Koca bir gece aç geçmişti, sabah da
mide gurultularıyla başladılar güne. Ama o kadar tazeydiler ki hayata. Yemek
nereden, nasıl bulunur en ufak fikirleri yoktu. Daha sonra keşfe çıkmaya karar
verdiler. İkişerli gruplara ayrılıp yiyecek aramaya başladılar. Yiyeceği bulan
diğerlerine seslendi. Bir süre mezar ziyaretçilerinin bıraktığı mamalar ile
karınlarını az da olsa doyurdular. Ama havalar daha da soğumaya başladı.
Geceleri sımsıkı sarılsalar da titremelerine engel olamadıkları soğuklar
yaşamaya başladılar. Vücutları zayıf düşmüştü, enerjisiz kalmışlardı. Ve
biriktirdikleri yağları bozdurmak zorunda kalmışlardı.
Karanlık ve soğuk gecenin ardından tek istekleri yeni güne
açabilmekti gözlerini. Gündüzleri iç güdülerine güvenip bazı insanlarla
iletişime girmeye çalıştılar. Ama bir türlü anlatamadılar dertlerini. Havladılar,
ağladılar ama ne yaptılarsa olmadı. Her geçen gün enerjileri biraz daha
azalmaya başladı. Gündüz keşif yapsalar da hava kararmadan annelerinin onları
son bıraktıkları yere dönüyorlardı mutlaka. Her akşam esen soğuk rüzgar
annelerini kokusunu burunlarına taşır belki diye.
Onlar birbirlerine bağlandıkça, “kardeşlik nedir” sorusunun
yanıtını en net ve örnek haliyle gösteriyorlardı aslında tüm dünyaya. Ama gören
yoktu maalesef. Ve tüm o aşka inat hava daha da sertleşip sanki sınıyordu
onları. Her gece biraz daha soğuk, biraz daha sert. Yine de direniyorlardı. Ama
bu kez yağmurlar başladı, tipiler ve ayazlar başladı. Birbirlerine tek vücut
olurcasına sarılsalar da ısınamıyorlardı bir türlü. Belki bir ağaç altına
gitseler daha iyi olacaktı ama o zaman anneleri geldiğinde bulamayacaktı minik
kalpleri.
Günler günleri, soğuklar soğukları kovaladı. En küçük
kardeşler yaşam enerjilerini yitirmeye başladılar. Ve minik kalpleri bu
acımasız şartlara daha fazla dayanamadı. 6 kardeşten 4 kalmıştı geriye. Ama
yine de bırakmadılar kardeşlerini. Sevgi zincirinin içerisinde tuttular ruhları
yanlarında olmayan ama bedenlerine tutundukları kardeşlerini. Korku iyice ele
geçirmeye başladı bedenlerini. Üzerine de soğuk eklenince titremelerini
engelleyemez oldular.
Kısa bir hayatmış düşüncesi sardı tüm damarlarını. Yine de
bırakmadılar savaşmayı. Teslim olmadılar korkularına. Anneleri yoktu,
kardeşleri yerde hareketsiz yatıyordu. İyice bağlandılar mezalığa. Kardeşlerine
mezar olan mezalık terk edemedikleri evleri olmuştu. Arada bir gelen 2
ayaklılar vardı anılarında. Açlık ve korku sardığı için çok da net
hatırlamıyorlardı. Ama bazen doyuyordu karınları gelen yiyeceklerle. Soğuk o
kadar keskindi ki hayata gözlerini yuman kardeşleri taş kesilmiştiler.
Ve bir öğlen saati titrek bedenlerinde ısınmaya
çalışırlarken çıkageldi birkaç insan. Önce karınlarını doyurdu ardından bir
kutuya tıktılar bedenlerini. Çok korktular, o kadar çok korktular ki. Evlerini
terk etme gerçeği, bilinmezlik, tedirginlik, annelerinin nasihatleri…
Gerçi o kapkaranlık gecelere bakınca zaten ölümle dans
ediyorduk en fazla ne olabilir ki de demiş olabilirler. Sonra bir bagajda
seyahate başladılar. Gıkları çıkmıyordu korkudan. Ve sıcak bir duş içerisinde
buldular kendilerini. Muhteşem bir histi temizlik ve sıcak suda olma hissi.
Oysa sadece soğuk su biliyorlardı hem de en soğuğundan.
Vücutları gibi kalpleri de ısınmaya başladı bu insanlara.
Yeniden bir yaşama umudu sardı bedenlerini. Sarıp sarmalanmayalı belki de
haftalar olmuştu. Anne değildiler belki ama karın doyurup ısıtabiliyordu bu 2
ayaklılar onları. Bir kardeşlerinin durumu çok iyi değildi. Ve maalesef huzuru
bulmuş, mutluluk kırıntılarını toplamaya başlamış iken sabaha yine bir veda
busesiyle merhaba dediler. Ölüm korkusu sardı yine hepsini. Ama insanların
verdiği umut ve enerji de bir yandan yaşama sevinci yüklüyordu minik
bedenlerine. Ve 10 karanlık geçirdiler o günden bu yana. Karınları doydu,
hastalıkları, vücutlarını ısırıp duran pireler, yaralanan, soğuktan çatlayan
patiler hepsi önlüklü bir adam sayesinde yok edildi.
Unutmak zorunda kaldıkları çocukluklarını hatırlamaya
başladılar. Oyun oynamanın keyfine. Anneleri gibi olmasa da güzel insanlara
denk gelmenin verdiği mutlulukla, karanlıktan korkmadan uyumaya.
Gerçi rüzgarın hırçın sesine alışamadılar hala. O uğultu her
geldiğinde korku yine minik bedenlerini sarıp huzurlu uykularını bir kabus gibi
bölse de, altlarına kaçırıp çığlık attırsa da doğru insanların verdiği sevgiyle
bunları da aşacaklar.
Bu hikaye her gün binlerce kez, binlerce minik dostumuz
hatta binlerce hemcinsimiz tarafından defalarca yazılıyor. Ben sadece koskoca
dünyada bir kum tanesi kadar olan bir versiyonunu anlattım sizlere. Onların
gözlerinden bakabildiğim, empati kurabildiğim kadarıyla. Bizi onlardan ayıran
tek fark ne biliyor musunuz? Aklınıza düşünebilme yeteneği gelmiştir eminim. Ama
empati kurabilme yeteneği doğru cevap. Empati kurabilmeyi başardıkça iyi
insanlar olmayı başarabiliriz. Yoksa bu can dostlar da düşünebiliyor,
hissedebiliyor, sevgi, korku, nefret duygularını yaşayabiliyor, hatta inanır
mısınız bazıları bizlerden iyi empati bile kurabiliyor. İşte bu sebeptendir ki
paylaşmak, sevgi, aşk, dostluk, saygı bunların hepsi empati gerektiren
terimler. Karşımızdakini hissedemez isek o his his değildir sadece
alışkanlıktır.
Bol bol empati yapalım. Sabah yürüyüşü gibi, öğlen yogası
gibi, akşam kitabı gibi pratik yapalım ya da bir ödevmiş gibi. Belki böylece
daha güzel şeyler görürüz.
Sevgiyle ve empati ile kalın.